ADANA OLAYLARI
1909 Adana Olayları, II. Meşrutiyet döneminde, kökeni 1902’de Paris’te toplanan Jön Türk Kongresi’nde yaşanan fikir çatışmalarına uzanan, Liberal-İttihatçı karşıtlığı ile radikal Ermeni milliyetçilerinin fırsatçılığının kesiştiği anda ortaya çıkan tarihi bir trajedidir.
Adana Olayları’nın başlangıcına ilişkin görüşler, Ermenilerle Müslümanlar arasındaki adli birkaç olaydan kaynaklandığında birleşmektedirler. Bu görüşlere göre; 1909 Nisan ayının ilk haftası içinde iki Müslüman’ın bir Ermeni tarafından öldürülmesi üzerine katilin yakalanamaması, buna karşılık olarak daha önce bir Ermeni’yi öldüren Müslüman’ın da yine aynı biçimde adalete teslim edilmemesi ve benzeri adli vakalar, gerginliğin görünen yüzeysel sebepleridir. 14 Nisan 1909 sabahında dükkanlarını açmaya başlayan Ermeni esnafın, Kiliseden gelen haberler üzerine dükkanlarını kapatmaya başlamasıyla tedirgin olan Müslüman esnafta hızla dükkanlarını kapatmaya başlamıştır. Gelişmeleri öğrenen yerel yönetim, Müslüman ve Ermeni cemaatlerin seçkinlerini vilayet merkezine çağırarak, durumun normalleştirilmesi için her kesimin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesini istemiştir. Olayların gelişimine bakıldığında bu uyarıların işe yaramadığı anlaşılmakta, gelişmelerin hızla bir çatışmaya doğru gittiği görünmektedir.
Aynı gün öğleden sonra sokaklarda silahlı olarak dolaşan Müslüman topluluklar gerginliğin biraz daha tırmanmasına neden olurken, İmamzâde Nuri adında önde gelen bir din adamının, bir Ermeni tarafından öldürülmesiyle olaylar kitlesel çatışmalara dönüşmeye başlamıştır. Cemaatlerin kendi adaletlerini sağlamaya çalışmalarının, son derece karışık bir ortamın yaratılmasında önemli bir adım olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Olaylar Bâb-ı Âli tarafından duyulduğunda ölü sayısı yüzleri çoktan aşmıştı. Bu arada İngiltere’nin Mersin Konsolosu Binbaşı Dought Wylie, tıpkı bir sömürge memuru gibi hareket ederek, yerel yöneticilere aldırmaksızın kendi inisiyatifi ile çeşitli kararlar alarak uygulatacaktır. Öte yandan mevsimin tarım etkinliklerinin yoğunlaştığı bir dönem olması, mevsimlik işçi olarak Adana’ya gelenlerinde olaylara karışmalarına yol açacaktır.
Olayların yakın bölgelerden ve Rumeli’den getirtilen askeri birliklerin Adana’ya ulaşmalarıyla durulduğu bir dönemde, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinin ardından, Adana’da olaylar yeniden alevlenmiştir. Kent yangınlar içinde kalmış, silahlı çatışmalar sonucunda yüzlerce insan yaşamını kaybederken, ölenler arasında iki yüz kadar Rum’un da bulunduğu bildirilmişti. Bazı Batılı ülkelerin (İngiltere, Fransa ve Rusya) donanmalarının Mersin limanında boy göstermeleri, askerlerin daha soğukkanlı hareket etmeleri ve Bâb-ı Âli’nin denetimi ele alması ile olaylar son bulmuştur. Olayların ardından elde edilen bulgularda, Meşrutiyetin getirmiş olduğu yasal silah edinme özgürlüğünden yararlanan Ermenilerin ciddi biçimde silahlandıkları, bu konuda bir din adamı olan Monsenyör Muşeg tarafından teşvik edildikleri, görülmekteydi.
Yaşanan olaylar sonucunda ortaya çıkan yıkım karşısında İttihatçılar gerçekten de iyi bir sınav vererek, ciddi bir yardım organizasyonu oluşturmaya başardılar. Kısa sayılabilecek bir sürede felaketten etkilenenleri, fiziki koşullar açısından olumlu sayılabilecek ortamlarda ikamet etmelerini sağladılar. Özellikle dinsel mekanların yeniden yapım ve onarımı konusunda, arşivlerde bulunan irili ufaklı belgelerin fazlalığı, olayın dinsel yönüne atfedilen önem konusunda bir fikir verebilir. Bu sayede Batı kamuoyu gözündeki imajlarını bir nebze de olsa düzeltmeyi hedeflemiş olabilirler. Ancak İttihatçıların II. Meşrutiyet süreci ile başlayan ‘demokratik’ iklim içerisinde Ermeni cemaatinde yaratmayı başardıkları güven duygusu, Adana’da yaşanan olaylardan sonra önemli ölçüde zedelendi.
Adana Olayları’nın yaratmış olduğu gerginlik bir süre sonra görece olarak yatıştı, bu sayede İttihatçılar Ermeniler ile olan ilişkilerini, I. Dünya Savaşı öncesine kadar, iyi sayılabilecek bir düzeyde sürdürmeyi başarabildiler. Özellikle Taşnaksutyun örgütü ile İttihat ve Terakki arasındaki ilişkiler daha da gelişti ve her iki siyasal örgüt, ‘ilerleme, anayasa ve birlik uğrunda ortak çalışmada bulunma, gericilere karşı mücadele etme ve eski istibdat rejimi zamanında yayılan Ermenilerin bağımsızlık için çalıştıkları yolundaki yanlış düşünceleri silmek için’ aralarında anlaştılar. Olayların ardından sadece dört ay sonra kabineye bir Ermeni bakanın girmesi ve 1912 seçimlerinde yine işbirliği yapılması bu olgunun kanıtlarıdır.
Çukurova ve Çevresinin Önemi
Çukurova ve çevresinin jeo-stratejik ve tarihi önemini son derece mühimdir. Seyhan ile Ceyhan nehirlerinin oluşturduğu delta, Ortadoğu'nun en verimli ovalarından birini teşkil etmekteydi. Ayrıca Adana, Tarsus, Kozan, Silifke, Mersin, İskenderun, Ayas, Anavarza gibi kentler çeşitli kültürlerin kaynaştığı sahalardır. Daha içerilerde Maraş, Antep, Zeytun, İslahiye gibi yerleşim merkezleri ise, Ortadoğu tarihini etkilemiş eski sitelerdir. Ceyhan, Seyhan, Göksu, Tarsus nehirleri, Torosların Kızıldağ (Amanos) ve Antitoros olarak ikiye ayrılması da yöreye ayrı bir özellik verir. Başka bir husus da Anadolu-Suriye eski kervan yolu üzerinde bulunan Çukurova, Anadolu kültür tarihinin kilit noktalarından biri, belki de en önemlisidir. Bu durum Avrupalı devletlerin, bu bölgeyi ve özellikle de Çukurova ve çevresini dikkate almalarına neden olmuştur.
Bu bağlamda, Türk topraklarını kendi menfaatleri için ele geçirmek üzere Avrupalı büyük devletler, Çukurova'nın doğal zenginliklerini de elde edebilmek arzusuyla bu yörede bazı faaliyetlere girişmişlerdir. Bunlar arasında Almanların Berlin-Bağdat demiryolu projesini başlatması ve yine Almanların, Seyhan ve Ceyhan nehirleri vasıtasıyla, Sulama Projesi gerçekleştirme hesabı, bölgeye çok büyük bir önem kazandırmıştır.
Böylece bölgenin önemi XX. yüzyıl başlarında Bağdat demiryolu inşaatı sırasında yeniden artmıştı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında demiryolu buraya kadar gelmiş, Toros Tünellerinin açılması faaliyetine hızla devam edilmiş ve böylece Orta Toroslar o sırada pek işlek bir menzil halini almıştı. Bunun üzerine demiryolunun döşenmesi ile bu yörenin önemi bir kat daha artmıştır. Yöreden geçit, karayolu ile Gülek Boğazı'ndan, demiryolu ile Toros Tünellerinden sağlanmakta idi. Sonuçta ise, Osmanlı İmparatorluğu'nun güney bölgesiyle Anadolu arasındaki tek ulaşım yolu Pozantı-Tarsus yolu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Görüldüğü gibi Almanların demiryolu inşasında takip ettikleri siyaset verimli topraklara sahip olan ve pamuk yetiştirilmesi açısından önemli bir yer teşkil eden Çukurova'nın seçilmesi dikkat çekici bir husustur. Ayrıca, demiryolunun Adana’dan geçmesi stratejik açıdan Ortadoğu'yu denetleyebilmek için, Doğu Akdeniz'in kontrolünü ele geçirmek amacına yönelik olması bir rastlantının sonucu değildir. Almanların buradaki asıl amaçları takip ettikleri sömürge politikalarından kaynaklanmaktaydı. Böylece demiryolu döşenmesine karar verilen her bölgenin seçiminde mutlaka ekonomik ve siyasi nedenler ağır basmıştır.
Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprakları üzerinde sermayesi ve kültürüyle XIX. yüzyıl boyunca önemli bir yer edinen Fransa, bu Türk devletinin parçalanması halinde Suriye ve Çukurova bölgesinde yerleşebilmek hususunda Rusya ile daha 1894 yılında mutabakat sağlamış bulunuyordu. Bu hal sömürge alanı olarak gördüğü Ortadoğu'daki Türk topraklarıyla Rusya'nın yayılma alanı arasında bir tampon bölge meydana getirmesi bakımından İngiliz politikasına da uygundu. Dolayısıyla 1908 Reval Mülhakatı'nı gerçekleştiren İngiliz-Rus devlet adamları, Osmanlı İmparatorluğu'nun gayrı resmi olarak kendi aralarında paylaşırken bu hususta da anlaşmış bulunuyorlardı. Bu paylaşma daha sonra İngiltere, Fransa ve Rusya Devletleri tarafından 19 Şubat–4 Mart 1915 tarihleri arasında Londra'da gerçekleştirilen görüşmeler neticesinde gizli bir anlaşmayla resmileştirildi ve Çukurova bu arada Toros Tünelleri de Fransa'ya bırakıldı.
Fransa Çukurova'nın doğal zenginliklerini de elde edebilmek arzusuyla bu yörede bazı faaliyetlere girişmiş ve bu emellerini gerçekleştirebilmek için, yöredeki Ermenileri tahrik ve teşvik ederek, Türklere karşı bir takım sinsi oyunlara sevk etmişlerdir. Bütün bu olaylara bağlı olarak Türk yurdunun bir parçası olan Çukurova'yı Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayırarak, yörede Fransa'nın güdümünde "Kilikya Ermeni Devleti" adında bir devlet kurmaktı. Bu arzu ile hareket eden Fransa Çukurova’ya yönelik siyaseti gereği bölgede yaşayan Ermenileri etkileyerek, Çukurova'da sosyal çatışma ve bölünmeler yaratmak istemişti. Fransa’nın Çukurova’daki Ermenilere yönelik uyguladığı siyasete sıcak bakan Ermeniler de Fransız tahriklerine kapılarak eski tarihlerde yaşamış olan Kilikya Krallığını Çukurova’da yeniden diriltmek ve Ermeniliğin bir kısmını burada toplayarak küçük Ermenistan'ı kurmak, en büyük ölçü ve emelleriydi.
Diğer taraftan, eskiden beri Rusya'nın hedefi sıcak denizlere çıkmak olduğunu ve çıkış yollarından birisinin de Adana ve İskenderun üzerinden Akdeniz olduğu herkesçe bilinmektedir. Bu sebepten dolayı Rusya da, Çukurova'da yaşayan Ermenileri kışkırtmaya başlamıştı. Bu kışkırtma ile harekete geçen Ermeniler, Çukurova'yı ele geçirmek ve buralarda eski tarihlerde kurdukları krallıklarını yeniden canlandırmak gayesiyle Adana, Maraş, Hacın, Kozan bölgelerinde Ermeni nüfusunu çoğaltmak için bazı çabalara teşebbüs etmişlerdi. Yani kısacası, Ermenilerin asıl amaçları Çukurova'da "Kilikya Ermeni Hükümeti" kurmaktı.
Kilikya'da yaşayan Ermeniler kuvvetli bir duruma geldikten sonra, uygun bir zamanda, buraya dışarıdan yapılacak müdahalenin zor olmayacağına inanmışlardı. Çünkü, Kilikya'nın sahile yakın olması ve aynı zamanda Bağdat Demiryolu hattı üzerinde bulunması, ayrıca Avrupalı devletlerin sömürgecilik zihniyetiyle hareket ederek, buradaki olayları müdahale etmesi kolay gibi görünmekteydi. Bundan dolayı, Ermeni komitelerinin en kuvvetli faaliyetleri Kilikya üzerinde yoğunlaşmıştı. Böylece, Ermeniler Kilikya'da eski Zeytun isyanlarını hatırlatacak şekilde, düzenli bir isyan çıkartarak millî emellerini gerçekleştirmiş olacaklardı.
Berlin-Bağdat Demiryolu Hattı güzergahı
Oysa Adana vilâyetinde yaşayan Türk, Ermeni bütün halk birbirlerine karşı iyi davranmış ve bu zamana kadar aralarında hiçbir anlaşmazlık çıkmamıştı. Hatta 1894-1896 ihtilâl ve katliamları esnasında Adana içinde hiçbir olay meydana gelmemiş ve bu olayların kendi vilâyetlerine sıçramaması için Türkler ve Ermeniler elbirliği ile çalışmışlar ve bunda da bir süre başarılı olmuşlardı. Diğer yandan, bu samimi hareketlerden rahatsız olan Avrupalı devletler ortalığı karıştırmak için Ermeniler üzerinde etkili olmak amacıyla çalışmaktaydılar. Örnek vermek gerekirse; 1892 yılında Çukurova'ya gönderilen iki İngiliz papazın, Ermenilerle temasa geçerek, tahrik etmek amacıyla Sis Katagikosu'na bağlı olarak çalışmaya başlamışlardı. Mîrî arazileri mahkeme yoluyla elde etmeyi ve devletin burada uygulamakta olduğu muhacir yerleştirme politikasına karşı çıkarak Ermenilerin bu toprakları alması gerektiğini yaymışlardı.
Olayların Başlaması
Ermeni komiteleri, 1905 yılında Paris’te yaptıkları bir kongrede, ne suretle olursa olsun, Kilikya yani Adana ve Maraş civarındaki bölgelerin bağımsızlığının kazanılmasına karar verdi. Bu kararda, Adana, Maraş ve İskenderun’daki Ermeniler arasında Ortodoksluğu yayıp kendine bir nüfuz alanı oluşturduktan sonra Akdeniz’e ulaşmaya çalışan Rusların da parmağı vardı.
Komiteler, bu kararın alınmasından sonra hazırlıklara başlayıp isyan çıkarılması planlanan Adana’da Ermeni nüfusun artırılması ve Ermenilerin silahlandırılması çalışmalarını hızlandırdılar. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 yılından itibaren örgüt üyesi olduklarının Osmanlı hükûmetince tespit edilmesinden dolayı yurt dışına kaçan çok sayıda Ermeni yurda döndü. O sırada hükûmet “her şeyi serbest bıraktığı gibi” silah ticaretini ve ithalatını da serbest bırakmıştı. Bu, Ermenilerin hızla silahlanmalarına zemin hazırladı. Ermeniler, Meşrutiyet idaresinin kendilerine verdiği geniş özgürlükten yararlanarak, “ilk aşamada kendilerini savunmak”, daha sonra da “hak iddialarını saldırgan biçimde elde etmek” amacıyla ülkeye kolaylıkla silah ve mermi sokabiliyorlardı.
Büyük Devletler Akdeniz ve Bağdat Demiryolu nedeniyle stratejik önemi olan Çukurova’da bir Ermeni devleti kurulması konusunda Ermenileri tahrik etmişlerdi. Öte yandan Bulgar, Sırp ve Girit hareketleri ve iç isyanlar Ermeni komiteleri tarafından bir fırsat olarak kabul edildi. Onların yaptıkları plana göre; Ermeniler ayaklanıp olaylar çıkaracaklar ve hükûmete karşı direneceklerdi. Bunun üzerine Avrupa devletleri olaylara müdahale ederek zırhlılarını Mersin’e gönderecekler ve Kilikya’yı Ermenilere vereceklerdi.
Hatta böylece “Büyük Ermenistan”ın kurulması Avrupa Devletleri tarafından onaylanacaktı. Komiteler, bu amaçlarına ulaşabilmek için Doğu illerinden Adana’ya nüfusa kaydettirmeksizin birçok Ermeni göç ettirdiler. Adana’ya yurt dışından gelen Ermeniler de köylere dağıtılarak yerleştirilmekteydi. Öte yandan mevsimlik işçi oldukları bahanesiyle Maraş, Harput ve Diyarbakır’dan çok sayıda Ermeni bölgeye getirilerek işgal edilen boş arsalarda ya da kasabalardaki Ermeni evlerinde barındırıldılar.
Adana Ermeni Murahhasası Episkopos Muşeg, Meşrutiyet’in getirdiği serbest ortamın da etkisiyle gizlenme gereği duymadan kilise, okul ve meydanlarda konuşmalar yaparak halkı ayaklanmaya ve Kilikya Krallığı’nı kurmaya davet etti.
Ermeni din adamı Muşeg
Aslında Muşeg, Ermenilerin bu ortamı kullanarak bağımsızlığını kazanacağına inanıyordu. Bu amaçla isyan komiteleri kurdu. Hatta gelecekteki Ermeni Kralı ve başlıca yöneticileri ilan etmeye ve Ermenilerden vergi tahsilâtına başladı. Ayrıca bunları Müslümanlara göstermekten çekinmediği gibi Kilikya Kralı’nın kostümünü giyip poz verdi. Ermeni gençler Muşeg’in Meşrutiyet devriminin taşıyıcısı ve Hınçak üyesi olmasından dolayı da sosyal bir misyonun temsilcisi olduğuna inanmaktaydı.
Muşeg’in faaliyetleri sonucunda Ermenilerin yaptığı hazırlıklar Müslümanları tedirgin etti ve onlar da silahlandı. Bunun sonucunda 14 Nisan 1909’da Adana’da başlayan olaylar kısa sürede Halep Vilayetine de sıçradı. İki tarafında silahlanmış olması kayıpları artıran en önemli faktör olmuştur.
II. Meşrutiyet’in İlânından Sonra Ermeni Komiteleri ve Faaliyetleri
24 Temmuz 1908 II. Meşrutiyet’in İlanı
Meşrutiyet’in ilân edilmesinden önce Hınçak, Taşnaksutyun, Ramgavar gibi Ermeni komiteleri Osmanlı Devleti tarafından birer terör örgütü olarak kabul ediliyordu. Bunun sebebi komitelerin ayrılıkçı fikirler taşımaları ve amaçlarına ulaşmak için de terör ve propagandayı bir yol olarak seçmeleriydi.
Hınçaklar
Taşnaklar
Ermeni tarihçileri komitelerin birçok konuda görüş ayrılığı olduğunu, o nedenle de bir araya gelemediklerini söylerler. Bu kısmen doğru olsa da komitelerin kuruluşlarının temel amacı Ermeni ayrılıkçı hareketleridir. Osmanlı Devleti açısından ise komitelerin kendi iç karışıklıkları değil bu amacı taşımaları önemliydi. Dolayısıyla Türk tarih yazımında bağımsızlık ya da otonomi kararını hangi Ermeni komitesinin aldığı değil bu kararın Ermeniler tarafından alınması hususu daha çok irdelenmiş, komitelerin içyapısı pek de merak edilmemiştir. O açıdan Ermeni komitelerinin faaliyetlerinin detayları Türk tarih yazımının eksikliğidir ve bu eksiklik giderilmelidir.
Meşrutiyet’in ilân edilmesinden sonra Ermeni siyasî partileri ve diğer Ermeni ileri gelenleri genel olarak hükümetle iyi ilişkiler içinde olma çabası gösterirken bir taraftan da köylerde gizli silahlı çeteler kurdular. Bu çetelerin kurulması ve özellikleri hakkındaki ayrıntılı bilgilere özellikle Taşnaksutyun Komitesi’nin köylerle ilgili genelgelerinde rastlamak mümkündür. Ermeni komitelerinin güney bölgelerinde de Meşrutiyet’ten sonra da Kilikya Ermeni Krallığı’nı yeniden canlandırma amacıyla çeşitli çalışmalar yaptıkları Osmanlı makamlarınca tespit edilen bir durumdu. Ancak bu yeni ortaya çıkan bir amaç olarak algılanma-malıdır. Nitekim Hınçak Komitesi 1887 yılında kurulduktan çok kısa süre sonra 1891’de Adana ve çevresinde örgütlenmiş, 1895’te Zeytun’da isyan başlatarak Büyük Devletlerin konuya müdahil olup arabuluculuk yapmasını sağlamış ve bazı isteklerini hükûmete kabul ettirmeyi başarmıştı.
Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 yılından itibaren örgüt üyesi olduklarının Osmanlı hükûmetince tespit edilmesinden dolayı yurt dışına kaçan başta Karekin Pastırmacıyan (Armen Garo) olmak üzere çok sayıda Ermeni yurda döndü.
Osmanlı meclisinde eski Erzurum mebusu olan Karakin Pastirmaciyan'ın (Arman Garo) "Tero" ve "Haço" çeteleriyle Kafkaslardaki Rus ordusuna katılmak için ayrılmadan önce katıldığı dini törende
Çünkü Meşrutiyet’in ilân edilmesinden sonra daha önce terör örgütü kabul edilen Hınçak ve Taşnaksutyun komiteleri yasal siyasî partiler hâline geldiler. Bu siyasî partiler Anadolu’nun birçok bölgesinde kulüpler açıp Ermeni halkı oralarda toplayınca Müslüman ahalinin şüphe ve tedirginliği arttı. O sırada hükûmet “her şeyi serbest bıraktığı gibi” silah ticaretini ve ithalatını da serbest bırakmıştı. Bu, Ermenilerin hızla silahlanmalarına zemin hazırladı.
Ermeniler, Meşrutiyet idaresinin kendilerine verdiği geniş özgürlükten yararlanarak, “ilk aşamada kendilerini savunmak”, daha sonra da “hak iddialarını saldırgan biçimde elde etmek” amacıyla ülkeye kolaylıkla silah ve mermi sokabiliyorlardı. Büyük Devletler Akdeniz ve Bağdat Demiryolu nedeniyle stratejik önemi olan Çukurova’da bir Ermeni devleti kurulması konusun-da Ermenileri tahrik etmişlerdi. Öte yandan Bulgar, Sırp ve Girit hareketleri ve iç isyanlar Ermeni komiteleri tarafından bir fırsat olarak kabul edildi. Onların yaptıkları plana göre; Ermeniler ayaklanıp olaylar çıkaracaklar ve hükümete karşı direneceklerdi. Bunun üzerine Avrupa devletleri olaylara müdahale ederek zırhlılarını Mersin’e gönderecekler ve Kilikya’yı Ermenilere vereceklerdi. Hatta “Büyük Ermenistan”ın kurulması Avrupa Devletleri tarafından onaylanacaktı.
Komiteler, bu amaçlarına ulaşabilmek için Doğu illerinden Adana’ya nüfusa kaydettirmeksizin birçok Ermeni göç ettirdiler. Adana’ya yurt dışından gelen Er-meniler de köylere dağıtılarak yerleştirilmekteydi. Öte yandan mevsimlik işçi oldukları bahanesiyle Maraş, Harput ve Diyarbakır’dan çok sayıda Ermeni bölgeye getirilerek işgal edilen boş arsalarda ya da kasabalardaki Ermeni evlerinde barındırıldılar. Ermeniler, bir taraftan da propaganda çalışmalarını hızlandırdılar. Çıkardıkları çeşitli gazetelerde kıtlık nedeniyle yoksul düşen Ermenilerden, mesela Zeytun Ermenilerinden bahsedip Osmanlı Devleti’nin zor ve şiddet kullanarak vergi topladığını bildiren haberler yaydılar. Yaklaşan tehlikenin farkına varan Osmanlı hükûmeti bir taraftan bu haberlerin doğru olmadığına halkı ikna etmeye çalışırken diğer taraftan tekzip metinleri yayınlattı.
Meşrutiyet idaresinin getirdiği serbestlik ortamı, yönetimin zayıflığı ve coğrafî durum Anadolu’ya silah sokmayı kolaylaştırmaktaydı. Bunların sonucunda Ermeni komiteleri tarafından taraftarlarına kolayca silah dağıtmak üzere Anadolu’da silah depoları oluşturuldu. Adana ve Maraş da önemli silah dağıtım merkezleriydi.
Bölgede Ermenilerle Türkler arasında gerginlik çıkmasının diğer bir sebebi de Balkanlardan gelen Müslüman göçmenlerin bölgeye iskân edilmesinin Ermenilerin hoşuna gitmemesi ve dağlık bölgelerde mesela Haçin’de oturan Ermenilerin Çukurova’ya inme çabalarıydı.
Hazırlıklarını tamamlayan Ermeniler adeta isyanın bir an önce çıkması için sabırsızlanıyor ve bunun için Müslümanları tahrik ediyorlardı. Ermenilerin üzerine Ermenistan arması işlenmiş kapları ve Ermenice yazılar yazdıkları sigara kâğıtlarını piyasaya çıkarmaları Müslüman ahaliyi endişeye sevk etmekteydi. Öte yandan ayrılıkçı emelleri olduğu bilinen Taşnaksutyun ardından Hınçakların da Adana’da “Milli Lokal” açması ve buralarda bağımsız Ermenistan özlemini dile getiren konferanslar verilmesi Ermenilerin Müslümanlara olan düşmanlığını daha da artırmaktaydı. Gökdereliyan Garabet gibi komite üyesi bazı Ermenilerin evlerine nişan levhaları asıp Ermeni gençlerine atış talimi yaptırmaları gerginliğin hat safhaya çıkmasına sebep oldu.
Ermenilerin bu şekilde hazırlık yapmaları Müslümanların gözünden kaçmıyor ve bu durum iki taraf arasında kin ve nefret duygularının artmasına sebep oluyordu. Buna rağmen Adana’daki yerel hükûmetin bu durumu düzeltme çabası göstermemesi ve iki taraf arasında birbirlerine beslenen kötü duyguların her geçen gün artması sonucunda Müslümanlar ve Ermeniler arasında silahlanma yarışı başladı. Ermeni gazeteleri Ermeniler için silahlanmanın Meşrutiyeti, şahıslarını, şereflerini, mallarını korumak ve savunmak için elzem olduğunu sorumsuzca yazıyorlardı. Ermenilerin silahlanmasını Müslümanlara yönelik bir saldırı olacağı şeklinde yorumlayan Müslümanlar da dindaşlarını hazır olmaları için uyarıyorlardı. Üstelik her iki taraf da satın aldıkları silahlarını bağlar arasında, şehrin civarında, hatta şehir merkezinde denemekten çekinmiyorlardı.
Meşrutiyet’in ilanı ayrılıkçı fikirleri olan Ermeni komitelerini ortadan kaldırmadığı gibi bu gizli teşkilatların alenileşip meşruiyet kazanmalarına vesile oldu. 4 Ocak 1909’da Maraş’tan Kilikya’ya gönderilen bir Fransız diplomatik mesajında; yeni rejimin yerleşmesi için çaba gösteren İttihatçıların mahallî liderleriyle önde gelen Hristiyanlara karşı baskı ve kıtal tehlikesinden söz edilmekteydi. Öte yandan Adana’da Ermenilerin Meşrutiyetin en ateşli savunucuları olup Meşrutiyet’in ilanını uzun süren etkinliklerle kutlamaları burada gerginliği iyice tırmandırdı. Bu durumu fark eden İttihat ve Terakki Partisi’nin yerel birimleri çeşitli tedbirler alma ihtiyacı duyarak Çukurova’da eski rejim yandaşları ve nüfuzlu aşiret liderlerinin baskısından çekinen Hristiyan ileri gelenlerinin korkularını hafifletmek amacıyla bölge askerî valisiyle Adana Valisi Bahri Bey’i görevden aldırdı. Ancak alınan bazı tedbirler olayların çıkmasını engelleyemedi. Ermeniler ve Müslümanlar 14 Nisan1909 günü başlayan ve Mayıs ayının ortalarına kadar aralıklarla devam eden olaylar çevre illere de sıçradı. İki taraftan da ölen, yaralanan ve evini terk etmek zorunda kalanlar oldu.
Adana olaylarında yaşanan acılardan ders almayan Taşnaksutyun ve Hınçak komiteleri Ermenileri silahlandırmak için yeniden harekete geçtiler. Komitelerin bütün birimlerine gönderilen talimatnamelerde, her Ermeni’nin silahı olmasının önemi vurgulanmıştır. Bu da Ermenilerin bağımsız devlet olmak için silahlı direnişi metot olarak belirlediklerinin bir göstergesidir. Bu silahlı örgütlenme aynı zamanda siyasi olarak da faaliyet gösteren Taşnaksutyun’un Osmanlı Devleti’nin zor günler yaşadığı Balkan Savaşları sonrasında bir tehdit unsuru olarak karşısına çıktı. Balkan Savaşları sonrasında ıslahat konusunu gündeme getirerek Büyük Devletlerin işe karışmasını sağlayan Ermeniler, bu destekle istediklerini elde ettiler. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Rus ordusuyla işbirliği yapıp cephe gerisinde, Bitlis ve Muş’ta iç cepheler açmaları, Osmanlı askerlerini pusuya düşürmeleri ve erkeklerin çoğunun askerde olduğu sırada savunmasız köylere baskınlar düzenleyip çok sayıda insanı şehit etmeleri sebebiyle Osmanlı hükumeti çeşitli tedbirler aldı. Bu tedbirlerden en önemlileri komite liderlerinin tutuklanması ve Ermenilerin cephe gerisine sevk edilmesiydi.
Adana Olayları
Batılı devletlerin Ermeniler üzerindeki tahrik siyasetleri sonuç vermeye başlamış ve Ermeniler, Türkler aleyhine sokaklarda, dini ayinlerde söylenen şarkılar ve Ermeni komitelerin isyan hazırlıkları psikolojik zeminde Türk-Ermeni ilişkilerini gerginleştirdi. Bunun ilk sonucu 1895-1896 Zeytun isyanı oldu. Bu isyandan sonra Ermeniler yine boş durmadı. Bu sefer daha geniş çapta hazırlıklara başladılar. Bu hazırlıklar 1909’a kadar devam etti ve neticede Adana isyanı patlak verdi. Ermenilerin bu hazırlıkları ve faaliyetleri neydi? Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1901’den itibaren Ermeniler bu tür hazırlıkları gizliden gizliye sürdürürken, Osmanlı İmparatorluğu isyanlarla kaynıyordu. Makedonya isyanı, Arabistan olayları, rejim aleyhtarı faaliyetler İmparatorluğu sarsıyor, günden güne zayıflatıyordu. Nihayet İttihat ve Terakki Fırkası’nın bu gidişe son vermek için başlattığı hareket 24 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyetin ilanından sonra; Bosna-Hersek Avusturya tarafından işgal edilmiş, Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş ve 6 Ekim 1908’de ise Yunanistan Girit’i ilhak ettiğini açıklamıştı. Bu sırada 13 Nisan 1909’da İstanbul’da 31 Mart hadisesi patlak vermiş ve ertesi gün ise isyan için uygun zamanın geldiğine inanan Ermeniler Adana’da isyan çıkartmışlardı.
24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Adana Ermenilerinin davranışlarında, faaliyetlerinde büyük değişiklikler dikkati çekmeye başladı. Barış ve hürriyet havasından istifade ederek, yukarıda beş madde olarak saydığımız hazırlıklarına ilave olarak, şu faaliyetlere giriştiler:
a-Silahlanma: Gerçekten II. Meşrutiyet’in hemen arkasından Adana’da silah ticareti birden arttı. Silahlar Avrupa’dan Mersin veya İskenderun limanına geliyor, buradan bölgedeki silah tüccarlarına dağıtılıyordu. Bu arada ağır silah ve harp malzemeleri de gizli olarak getirilerek depo ediliyordu. Hemen herkeste, silah taşıma ve silah atma merakı başladı. Ermenilerin bu merakını gören Müslüman Halk da silahlanmaya başladı.
b-Propaganda: Hürriyetin getirdiği barış ve kardeşlik havasından faydalanarak, Ermeniler ev kapılarına, sokak duvarlarına, bazı eşyalar üzerine Ermenice yazılar, Ermeni armaları, istiklal ve isyan işaretleri yazmaya ve resmetmeye başladılar. Yurt dışında ve bölgede basılan Ermenice pek çok gazete ve broşür bölgeye dağıtılıyor ve Ermeni bayrakları asılıyordu.
1908 yılında ikinci defa ilân edilen meşrutiyet idaresinden sonra Ermeni komitelerinin Adana'daki faaliyetleri açıktan açığa görünmeye başlamıştı. Bu esnada ruhani kimliği altında en önemli tahrikçi, kudretli bir komiteci olan o zamanki Adana Ermeni delegesi Episkopos Muşeg göze çarpmaktadır. Muşeg, Kilikya'da bütün hareketlerin düzenleyicisi, siyasi faaliyetleri ve tertipleri bakımından komitelerin başı ve özellikle Hınçakist lideri konumundaydı. Bu zat kısa sürede 800 kadar Ermeni süvarisi meydana getirivermişti.
Papaz Muşeg SEROPYAN
Ermeniler arasında sözü dinlenir, nüfuzlu bir kimse olan Muşeg Efendi, Adana ve Cebel-i Bereket havalisini dolaşarak, “Ermeniler hakkında bir felaket hazırlandığını” söyleyerek Ermenileri hazırlık yapmaya davet ediyordu. Ayrıca Ermeni cemaatine, “ silahlanın”, “ bir ceketi olan onu satıp silah almalıdır”, “vergi vermeyiniz”, “toprak alınız” şeklinde nasihat veriyordu. Yine “Ermenistan için çalışınız, hiç korkmayınız fedaileriniz bize kafidir. Hin-i hacette ecnebilerin muavenetlerinden istifade edeceğiz.” “Ne vakit olsa Müslümanları keseceğiz, artık korkmayınız”; “kan dökmeyince, Türklerle hesabımızı kesmeyeceğiz”, “Türkler ıslah olmaz” şeklindeki sözlerle Ermenileri tahrik ederek cesaretlendiriyorlardı.
Muşeg ve arkadaşlarının ilk önemli teşebbüsleri Kilikya bölgesinde mümkün olduğu kadar Ermeni nüfusu yığmak, Ermeniler hesabına kuvvetli bir çoğunluk temin etmekti. Bu amaçla doğu illerinden Maraş, Zeytun, Van, Harput, Diyarbakır, Bitlis'ten birçok Ermeni getirilmiş ve bunlar için boş araziler işgal edilerek, kasabalardaki Ermeni evlerine sıkışık bir halde yerleştirilmişti. Muşeg, Adana Katliamları ve Tertipçileri adlı eserinde bu gerçeği kabul ederek, bu nüfus hareketiyle Adana'da Ermeni nüfusunun %40 oranında artmış olduğunu açıkça söylemiştir.
Ermenilerin artan nüfuslarına paralel olarak silahlanma işine de başladığını görmek mümkündür. Abdülhamid zamanında gizli gizli silahlanmaya başlayan Ermeniler, Adana ilinin bütün sahillerinden yıllarca silah ve cephane sokmuşlardır. Silahlanma işi Meşrutiyetten sonra daha fazla artmıştı. Özellikle Muşeg köyleri dolaşarak, kiliselerde konferanslar vermiş, Ermenilere her şeylerini satıp silah almalarını istemiş ve ancak silahlanarak bağımsızlıklarına kavuşabileceklerini öğütlemiştir. Ayrıca 1909 yılına gelindiğinde Adana'da herkesin ağzında dolaşan söylentiler ile yakında Ermeniler ayaklanarak, Türkleri mahvedeceklerini ve bu vesile ile vilayetin Avrupa donanması tarafından işgalini ve sonra da Ermenistan'ın kurulmasını temin edeceklerini yayıyorlardı.
Öte yandan, el altından özel vasıtalarla Kıbrıs'tan ve Beyrut'tan getirilen silahlardan başka hükümetin resmi kayıtlarına göre, Meşrutiyetin ilanından sonra Mersin, İskenderun gümrüklerinden Adana'ya giren silahların 12.840'ı aştığı anlaşılmıştır. Ayrıca Muşeg bununla da yetinmeyerek kendi adamlarını silahlandırmak için Avrupa'dan tüfek getirtmeye başlamıştı. O sırada hükümet her şeyi serbest bıraktığı gibi, silah ticaretini ve ithalatını da serbest bırakmıştı.
Böylece olaydan önce Çukurova'daki bütün Ermeniler silahlanmışlardı. Ayrıca düzenli olarak silahlı bir Ermeni fedai çetesi hazırlanmıştı. Bütün bu olayların yanı sıra Adana idaresinin gevşekliğinden de faydalanan Muşeg, Ermenileri açıktan açığa isyana davet ediyordu. Muşeg, Ermeni halkı askerî bedel ve belediye vergilerini vermemeye çağırmış ve Ermeniler hesabına bir konsolos tavrı takınarak, en basit işler için hükümete dilekçeler yağdırmaya, halk arasında tahriklerde bulunmaya, unsurlar arasında düşmanlık ve nefret duygularını yaratmak için elinden geleni yapmaya başlamıştı.
Bütün bunlardan başka Adana'da ilk defa Taşnaksutyun komitesi mensupları tarafından bir kulüp açıldı. Ondan sonra da Hınçaklıların millî lokali teşkil olundu. Muşeg her iki tarafı istifa ile tehdit ederek, konferansların bir yerde verilmesini sağlamış ve bu suretle, kuvvetli bir tahrik ocağı meydana gelmişti.
Fakat şurası bir gerçektir ki, Adana vilayetinin resmi ve gayrı resmi bütün Müslüman Türk muhiti vakanın meydana gelmesinden iki-üç ay öncesinden beri Adana Ermenilerinin, Müslümanları katliam yapmak üzere hazırlanmakta ve her gün silahlar getirtmekte olduklarına tamamıyla kani bulunuyorlar ve kendilerini ciddi olarak büyük bir tehlike içerisinde görüyorlardı.
Çukurova'da durumun ciddi bir şekilde gergin olduğu ortadaydı. Artık bu hususta Ermeniler bir işaret bekliyordu. İşte böyle bir ortamda Ermeniler 29 Mart 1909 Pazar günü Mersin’de Ziya Paşa Gazinosu’nda Timur’la ilgili ve Türkler aleyhine bir tiyatro oyunu oynatırlar. Aynı oyun 15 gün önce Dörtyol’da oynatılmıştı. İşte bu tiyatro oyunu, zaten gergin olan Türk-Ermeni ilişkilerini iyice bozmuştu. Tiyatro oyununun konusu kısaca şudur: Oyunun adı “Sivas’ın Timurlenk Tarafından Tahribi ve Ermeni Mazlumları”dır. Perde açılır; sahneye Timur gelir ve bütün Ermenilerin katledilmesini emreder ve bunun üzerine harp olur. Ermeni Kralı, kızı ve hizmetçisi Timur’a esir düşer ve bir odaya konurlar. Bu sırada odaya mezardan çıkmış iki Ermeni, elinde bir boru, arkasında Ermeni askerleri olan bir de melek girer. Aralarında şu konuşmalar geçer:
İki ölü: (Krala seslenerek) Biz hep senin ve Ermenistan için öldük.
Melek: Kral hazretleri bu esaretin sebebi Ermenilerin adem-i ittifakı ve adem-i ittihadıdır. Ben sizi birliğe davete geldim.
Kral: Bütün Ermeniler öldürüldü. Kimi birleştireceksin?
Melek: Hiç kalmadı mı?
Kral: Sadece ben, kızım ve hizmetçim kaldı.
Melek: Üçünüz de Ermeni’siniz ya.
Kral: Evet
Melek: Üçünüz yeterlidir. Birlik olunuz. Tekrar Kral olacaksın.
Kral: Heyhat!
Melek: Bundan emin olunuz. Yakında bir yıldız doğacak, Sivas aydınlığa kavuşacak ve siz Ermenistan Krallığına sahip olacaksınız.
Krallık ve istiklal üzerine konuşmalar devam ederken, sahnenin üzerinde bir yıldız parlar, yıldızın ışığı perde üzerindeki Sivas dağlarını ve ovalarını aydınlatır. Bu sırada, yaşasın Ermenistan, yaşasın Ermeni kralı, yaşasın Ermeniler diye nara atılır ve perde kapanır. Ermeniler, bu tiyatro oyunuyla tamamen "Bağımsız Ermenistan" propagandası yapmışlardı. Bunun hemen arkasından 9 Nisan 1909 Cuma günü iki Müslüman genç Ermeniler tarafından öldürülmüş, fakat suçlular saklanmıştı. Bu arada Müslümanlarca çok sevilen bir ihtiyar da öldürülünce olaylar büyük bir boyut kazanmaya başlamış oluyordu.
Bütün bunların neticesinde Müslümanlar Ermenilerin kendilerini keseceklerine, Ermeniler ise Müslümanların kendilerini keseceklerine dair çıkarılan dedikodulara inanmaya başlarlar. Artık her iki taraf birbirine şüpheyle bakar ve düşmanca davranır. Karşılıklı öldürme hadiseleri görülür. Nihayet 14 Nisan 1909’da ilk Adana olayları patlak verir ve Ermeniler-Türkler birbirine girer. Bundan 11 gün sonra sadece Adana şehrine inhisar eden olaylar çıkar. Görüldüğü gibi olaylara sebebiyet veren her türlü faaliyeti Ermeniler göstermiştir. Ermenilerin bu faaliyetleri durdurulamamış ve olaylar çıktıktan sonrada kavganın önüne geçilememiştir. Her iki taraf kıyasıya kavga hatta harp etmiştir.
İşte ilk Adana olayının sebep ve âmilleri bunlardır. İkinci Adana isyanı denilen ve birinciden 11 gün sonra meydana gelerek yalnız Adana şehrine ait olan olay ise, gece vakti bazı Ermeni gençleri tarafından askerin ordugahına ateş edilmesi üzerine başlamış Adana şehri katliamının daha fena bir şekil almasına neden olmuştur. Bu olayların tek sorumlusu Muşeg'dir. Muşeg, olayları istediği şekle getirerek ve Adana'da kuracağı yatılı bir ziraat okulu için yardım toplamak bahanesiyle isyanın ikinci günü Mısır'a kaçmıştır. Ayrıca komiteci Gökdereliyan Karabet adındaki Ermeni, Haçin havalisinden topladığı önemli bir kuvvetle önüne gelen Türk köylerini yakıp yıkarak, çoluk-çocuğu insafsızca öldürmüştür.
Ermenilerden ele geçirilen silah ve bombalar
İşte, Adana şehri böyle bir durumda ve atmosfer içindeyken başlayan hâdiseler çığ gibi büyümüş ve yayılmış, üç gün fiilen Müslümanlarla Ermeniler sokak sokak çarpışmışlardır. Bu olay çok kanlı Ermeni ihtilâl hareketidir ve bütün Kilikya'yı kana bulamıştır.
Bu olaylar üzerine hükümet derhal Rumeli'den Adana'ya asker sevketmiş, bunların gelmesi üzerine olaylar yeniden alevlenmiş, ama bu defa isyan çabuk bastırılmıştır. Cemal Paşa Adana Vakası'nda 17.000 Ermeni ve 1850 Müslüman öldüğünü, eğer şehrin nüfus oranı Ermenilerin lehine olsaydı, bu sayıların tersine tecelli etmiş olacağını belirtmiştir.
Ayrıca Yeni Tasvir-i Efkâr Gazetesi de ölenlerin sayısını şöyle vermiştir; Müslümanlardan 1186 kişi, gayri Müslimlerden ise 5243 kişi olarak kaydetmiştir. Ayrıca İsmail Hami ölü sayısını 1850 Türk, 1700 Ermeni olarak tespit etmiştir. Öte yandan Patrikhane kendi yaptırdığı araştırma ile 21.300 ölü rakamı çıkarmıştır. Edirne mebusu Babikyan Efendi, meclise takdim etmek üzere bir rapor hazırlamıştı. Pek kısa bir zaman sonra öldüğü için mecliste görüşülemeyen bu raporda ölü sayısını 21.001 olarak gösteriyordu. Cemal Paşa'nın verdiği rakam mahkemelerin bitmesinden sonraya ait olduğu cihetle, olay sırasında kaçıp da, sonra geriye gelenler olabileceği düşünülürse ölen Ermenilerin 21.000'den ziyade 17.000'e yakın olduğu kabul edilebilir.
Adanalı Ermeni ileri gelenler ve Vali Cemal Paşa
Olaylardan anlaşılacağı üzere, Adana Olayı çıkıncaya kadar yapılan tahrikat dolayısıyla Ermenilerin suçlu olduğu, olay çıktıktan sonra duruma hakim olamamak, üstelik Müslüman halkı kavgaya sevk etmek sebebiyle yerel yönetimin suçlu bulunduğu bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat tek taraflı bir katliam hiçbir şekilde söz konusu değildir. Ermenilerle Müslümanlar, silahlı olarak kıyasıya savaşmışlardır. Sonuç olarak şunları ilâve edebiliriz: Adana isyanına Ermeni komitecilerinin ve din adamlarının özendirme ve tahrikleriyle Ermeniler neden olmuşlardır. Ermeniler Müslüman ahaliyi de kışkırtmışlar ve huzursuz etmişlerdir. Ayrıca, Adana vilâyeti idarecilerinin hoş görüsünden yararlanan Ermeniler silahlarına ve örgütlerine güvenmişlerdir. Bu olayların 31 Mart Vakası ile uzaktan ve yakından hiçbir ilgisi yoktur. Adana'da meydana gelen bu olaylardan sonra, sıkıyönetim ilân edilmiş, Müslüman ve Ermeni suçlular Askeri Divan-ı Harb'e sevk edilmişlerdir. Hadiselerden sonra Adana'ya vali olarak atanan Cemal Paşa, bu konuda da şunları yazmıştır:
"...Adana'ya gelişimden dört ay sonra yalnız "Adana şehrinde Örfi Harp Divanı mahkûmlarından" 30 Müslümanı idam ettirdiğim gibi, ondan iki ay sonra da Erzin kasabasında 17 Müslüman’ı idam ettirdim. Bunlarla beraber yalnız bir Ermeni idam olunmuştur. İdam olunan Müslümanlar arasında Adana'nın en eski ve en zengin ailelerine mensup gençler bulunduğu gibi, Bahçe kazası müftüsü de vardı. Çok teessüf ederim ki, Adana vakasının ikinci günü bir ecnebi vapuru ile İskenderiye'ye kaçan Monsenyör Muşeg o zaman elime geçmedi. Yine haklı olarak Harp Divanı tarafından gıyaben idama mahkûm edilmiş olan bu zat elime geçseydi, onu da Bahçe müftüsünün karşısına astırırdım".
Aslında Adana Olayları Avrupa basınında pek tabii olarak Türkler aleyhine çevrildiği için, İttihatçılar telaşa düşmüşler ve ihtilâli tertip eden Ermeni cânilere dokunmayıp, sırf Avrupa'ya hoş görünmek için zavallı Türkleri cezalandırmışlardır. Böylece bu olayların faturasını da yörede yaşayan ve kendisi için kaçacak yeri olmayan Müslüman Türk insanına çıkarmışlardır.
Haçin Olayı
Kozan'ın doğusunda bulunan Haçin kasabası iki binden fazla haneden meydana gelmekteydi. Adanalı asıl yerli Ermenilerin bir kısmı vilâyetin son kuzey sınırına rastlayan burada yaşamaktaydılar. Burada yaşayan Ermeniler de, Osmanlı İmparatorluğu'nun öteki bölgelerinde yaşayan soydaşları gibi isyan etmek için harekete geçmişlerdi.
Nitekim 1890 yılında, zamanın Haçin kaymakamı Tevfik Bey, gençler arasında silah yapıldığını tespit etmesi ve gereken tedbirleri alması üzerine çıkacak olayları önlemişse de, zamanla Tevfik Bey'in buradan alınarak Belen'e (Hatay) tayin edilmesi Ermenileri cesaretlendirmişti. Bunun sonunda Haçin'de 1892, 1895, 1901, 1904 ve 1909 yıllarında ayaklanma düzeyine varan olaylar meydana gelmişti.
Bu arada bütün Çukurova'yı ele geçirerek, büyük devlet konumuna gelmek amacıyla hareket eden Fransa, bu emelini de gerçekleştirmek arzusuyla yola çıkmış ve Haçin Ermenilerini unutmayarak, bunları da kendi çıkarları için kışkırtmıştı. Böylece Fransa, Haçin Ermenilerinden ekonomik açıdan güçlenmelerini ve bu vesile ile Türklerin ellerindeki topraklarını satın alıp, geniş araziler ele geçirerek büyük çiftlikler kurmalarını istemişti. Buna dayanarak hareket eden Haçin Ermenileri, Yukarı Çukurova'daki (Feke-Haçin-Mağara) toprakların büyük bir kısmını ele geçirerek, büyük çiftlikler kurmuşlardı. Ermenilerin asıl amaçları Haçin'da özerk bir idare kurmaktı. Bu gaye ile hareket edip, Avrupa kamuoyuna davalarını anlatarak destek sağlamışlardı. Özellikle bu desteği Fransa'dan bulmuşlardı. Çünkü Fransa ileride Çukurova bölgesine yerleşmek amacındaydı. Böylece Fransa'nın eline fırsat geçmiş ve kendi politikası doğrultusunda Ermenileri kullanarak, hedefine ulaşmak istemekteydi.
Haçin'de yapılan aramalarda ele geçirilen gaz tenekelerindeki barut, silah ve bombalar ile Haçin Ermeni mektebinden çıkarılan Ermenistan arması, dinamit, barut kapsül ve fitilleri.
Bundan sonra Haçin Ermenileri Bahadiryan Minas adındaki Ermeni'nin başkanlığında bir cemiyet kurmuşlardı. Bu cemiyet çalışmalara başlamış ve bu çalışmalarında yurt dışından birçok silah ve cephane getirmişti. Nitekim, Haçin'da yapılan aramalarda yüzlerce silah, bomba, dinamit, haritalar ve bayraklar bulunmuştu. Ayrıca Haçin Ermeni Manastırı'nda saklanmış gaz tenekeleriyle barutlar ve Beloğlu Yeprem tarafından da mağaralara stok edilmiş 150 kilo barut bulunmuştu.
Haçin Ermeni manastırı kayalıklarında, gaz tenekelerinde saklanan barutlar
Yapılan bu hazırlıklardan sonra, 14 Nisan 1909 günü Adana'da patlak veren Ermeni olayları çok geçmeden 17 Nisan 1909 günü Haçin'a sıçramıştı. 17 Nisan günü Ermeniler kasabanın giriş ve çıkışını tutarak eyleme başlamışlardı. Sonuçta Haçin'da Ermeniler, Türklere karşı saldırıya geçerek, kanlı olayların çıkmasına sebep olmuşlardı. Bu arada Teğmen Teber Efendi parça parça edilerek öldürülmüştü.
Ayrıca Mehmet Onbaşı, Reji Kolcusu Hacı Ağa ve Oğlu Saadettin ve Kağnıpazarı’nda sekizi kurşunlanmak suretiyle toplam 27 işçi katledilmişti. Böylece bu iki olayı bastırmak amacıyla yola çıkan Misis Tabur’u gelinceye kadar otuzu aşkın Türk, Ermeniler tarafından öldürülmüştü.
Haçin'de (Saimbeyli), Ermenilerden ele geçirilen silahlardan bir kısmı
Olayları bastırmak amacıyla Mayıs (1909) ortalarında kasabaya gelen Misis Taburu sükûneti sağlamıştı. Olaylar esnasında köylere kaçabilen Türkler kasabaya geri dönmüşlerdi. Ayrıca hükümet binasına sığınan Türkler kasaba içine de çıkmışlardı. Yapılan kovuşturmada bir Ermeni suçlu görülmüştü. Artık bundan sonra öldürme ve yaralama olmadıysa da, Türklerle Ermeniler arasındaki dostluk kökten bozulmuş ve ilişkiler de eski şeklini alamamıştı.
Dörtyol Olayları
II. Meşrutiyetin ilanı ile beraber Adana Ermeni Murahhası Başpiskopos Muşeg, Çukurova'da (Kilikya) federal-hükümran bir Ermenistan vilayeti kurmak için çalışmalarını Cebel-i Bereket Sancağında yoğunlaştırmıştı. Sancakta Türk-Ermeni çatışmalarının detaylı bilgilerini Sancak Mutasarrıfı Mehmet Asaf'ın hatırasından öğrenmekteyiz. Muşeg Türklerin Ermenilere saldıracakları düşüncesini canlı tutarak, Ermeni halkın hızla silahlanmasını sağlamıştır. Dörtyol kışlası civarında 1000 dönüme yakın arazi Muşeg'in planlamasıyla Ermenilerce işgal edilip, hendekler, savunma koruganları, siperlikler hazırlanmıştır. Ocaklı köyü civarında da aynı maksatla- mezarlık yapma bahanesiyle- arazi satın alınmak istenmiştir. Deniz sahilinde Çayağzı mevkiinde portakal deposu görüntüsü verilerek, askeri üs inşaa edilmek istenmiştir. Ayrıca Hıristiyan halk, kanun emri olduğu halde askerlik görevi yapmaktan alı konulmuş; Ermeni gençler Postallı ismiyle Komite-gerillaları olarak gizli silahlı eğitime tabi tutulmuşlardır. Diğer yandan Zeytun, Maraş ve Doğu vilayetlerinden binlerce Ermeni halk komiteler vasıtasıyla Cebeli Bereket Sancağına getirilip kamufle iskana tabi tutulmuşlardır. Dörtyol civarında bütün bu faaliyetleri Ermeni ileri gelenlerinden Deyri Sahak, Deyri Rupen isimli papazlar yürütmüşlerdir.
Dörtyol kazasında Ermenilerden ele geçirilen silah ve ihtilal tabloları
Adana ve Hamidiye'de 31 Mart Vaka'sının (13 Nisan 1909) ertesi günü olaylar çıktığında Dörtyol ve civar kazalarda da gerilim hızla artmıştır. Menfaatinden başka hiçbir şey düşünmediği belirtilen Sancak Eski Tahrirat Katibi Ali İlmi'nin " Merkezi Ermeniler bastı" diye yaygara koparması üzerine olaylar başlamıştı. Ali İlmi, zararlı faaliyetleri ve Ermeni yanlısı davranışları sabit görülerek olaydan birkaç gün önce Mutasarrıf Asaf bey tarafından vazifesinden alınmıştır. Sancak'da bu olayların başlamasında Tahrirat Katibi Ali İlmi'nin aklı eseri ve teşebbüsü olduğu açık bir şekilde görülmektedir.
Ermeniler, postallı gerillaları derhal devreye sokarak Ocaklı ve Azizli köyü Ermenilerini Dörtyol'a taşımışlar ve şehirdeki Türk halkını uzaklaştırmışlardır. Nacarlı köyünde Ermeniler, ellerinde bulunan 4 adet topla, civar köylere ateş açmışlar ve Koziçli imamı Gök Müftüyü arabulucu görevi esnasında öldürmüşlerdir. Olaylar kısa sürede Osmaniye, Yumurtalık, Payas, Bahçe kazalarına da sıçramış tam anlamıyla bir dehşet ortamı doğmuştur. Erzin hapishanesi ile Payas kalesinde bulunan Müslüman mahkumlar, halk tarafından baskın düzenlenerek serbest bırakılmışlar, aşiretler ile Türk köylüleri din adamlarının cihat ilan etmeleriyle Ermenilerin bulunduğu mahallelere saldırmışlardır. Olaylar esnasında Sancakta bulunan hükümet askerlerinin yetersizliği sebebiyle gerekli önleyici tedbirler alınamamış, Türk ve Ermeni halk birbirine girmiştir. Olayların çıkmasında aktif rol alan Ermeni Liderleri ümit ettikleri yabancı devletler müdahalesini sağlayamayınca, amaçlarına ulaşamayıp, boş yere kan dökülmesine sebep olmuşlardır.
Çatışmalar en fazla Dörtyol civarında olmuş, Ermeniler şehir merkezine kendilerini müdafaa etmişler, Türkler ise şehri kuşatma altına almışlardı. Bir hafta kadar süren kuşatmadan sonra, Türklerin şehir suyunu kesmeleri üzerine Ermeniler silahlarını bırakıp teslim olmuşlardır. Dörtyol ve civar kazalarda çıkan olaylarda Ermeni komitecilerinin bir eseri olup, kanı dökülen ise olaylarda yer alan Türk ve Ermeni halk olmuştur.
Olaylardan sonra Dahiliye Nazırı olan Talat Paşa hatıralarında; olayların Ermeniler tarafından kışkırtılmış olduğu, soruşturma komisyonu üyesi olan Ermenilerin tanıklığı ile de doğrulanmakta ve komisyon üyelerinden biri olan Agop Babikyan Efendi bunu bizzat kendisine itiraf ettiğini yazmaktadır. Kışkırtılmış olan halkın zalimce cinayetler işlediği ortaya çıkmıştı. Adana olayları 31 Mart’a ve irtica günlerinde yer almıştı. İzlenen amacın, halk kitlelerinin bağnazlığını kışkırtarak kıyıma yol açmak yoluyla Avrupa’nın dikkatlerini üstlerine çekmek ve Kilikya’da bağımsız bir Ermeni birliği kurmak olduğunu açıkça belirtmiştir.
14 Nisan 1909 gününde ilk Adana olayları patlak verir ve Ermenilerle Türkler birbirine girer, bundan 11 gün sonra sadece Adana şehrinde gelişen olaylar çıkar, görüldüğü gibi olaylara neden olan her türlü faaliyeti Ermeniler göstermiştir. Ermenilerin bu faaliyetlerinin önüne geçilmemiştir. Olaylar çıktıktan sonra da kavganın önüne geçilememiş ve her iki taraf kıyasıya kavga hatta savaş yapmıştır. Müslümanların nüfus olarak fazla olması Ermeni zayiatını arttırmıştır.
Olaylardan sonra yapılan soruşturmada Ermenilerin suçlu olduğu, olay çıktıktan sonra duruma hakim olamamak, üstelik Müslüman halkı kavgaya sevk etmek sebebiyle yerel yönetimin suçlu bulduğu bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat şurası da bir gerçektir ki, tek taraflı bir katliam hiçbir şekilde söz konusu değildir. Nitekim Adana olaylarına Ermeni komitecilerinin ve din adamlarının özendirme ve tahrikleri ile Ermeniler neden olmuşlardır. Ayrıca Ermeniler bölgedeki Müslüman halkı da kışkırtarak huzursuz etmişler ve Adana vilayeti idarecilerinin iyi niyetinden faydalanmışlardır. Bu olayların 31 Mart Vakası ile uzaktan ve yakından hiçbir ilgisi yoktur.
Adana'daki İngiliz sefirinin raporları, Amerikalı misyoner Krillman'ın tespitleri, Mutasarrıf Mehmet Asaf'ın hatıraları, Adana ve civarındaki olayların baş sorumlusu olarak Episkopos Müşeg'i suçlamada birleşmektedir. Ayrıca bu konuda Adana Ermenileri vakit vakit gösterildikleri gibi, eza çeken, pasif masumlar değillerdi. Gizli İngiliz belgelerinin de kanıtladıkları gibi, dayanılmaz biçimde ve nezaketsizce gevezelik ediyorlar; piskoposları Muşeg ise, sonuçta kendisini "Kilikya kralı" ilan edebilmek için yabancı devletleri müdahaleye zorlamaya çalışan bir kışkırtıcı idi. Nitekim Ermeni yazarlardan David Kherdian, 1909 yılı Adana olaylarına ilişkin olarak babasının vermiş olduğu demecin bir bölümünden şu şekilde bahseder:
"...... Çok acınacak bir durumdur. Hıristiyanlar ve Müslümanlar daima dost olmamışlarsa komşu olmuşlardır. Türkün Ermenilere dini nedenlerden ötürü eziyet yaptığı yolundaki suçlamalar Batı gazeteciliğinin bir yapıtıdır. Bugüne kadar Ermeni kilisesine karşı saygısızca tek bir davranışta bulunulmamıştır... Sorunu inceledim. Ermeniler, ilkin misyonerlerle yavaşça, daha sonra eğitim görmek üzere Fransa'ya giden aydınlarının kışkırtmaları üzerine Batının bağlaşığı olmaya başlamışlardı. Bu Ermeni aydınları, özerklik ve nihilistlerin görüşleri "özgürlük" idealleriyle ülkeye dönüyorlardı; şöyle ki, savaş ülkemize geldiği vakit, onlar, Batılı devletlerce aldatılıyor, zavallı, cahil Hıristiyanları, bize küfretmede kullanıyorlardı. Aynı zamanda ülkemize karşı savaşa girmeyi gerekli gördükleri takdirde, kendi kamularını da bize karşı kışkırtıyorlardı. Bize yöneltilenlerin çoğu kesinlikle yalandır. İnsanlığın yüce yargıtayı huzurunda bize adil biçimde dinlenilmek fırsatı hiçbir zaman verilmemiştir..."
Şeklindeki açıklamalarıyla olayların esas sebeplerini de belirtmiş olmaktadır.
Bölgede yıllar süren çatışmalarla planlı bir yığılma gerçekleştiren ve masum halkı birbirine kırdırtan komiteciler, amaçlarına ulaşamayınca çareyi buradan kaçmakta bulmuşlardı. Olaylar sırasında komitecilerin tahriklerine kapılmayan yerli Ermeniler, isyan çıkmayan kazalara, birçokları da güneyde Lazkiye taraflarına kaçmışlar, olaylardan sonra yerlerine geri dönmüşlerdi.
Kadirli, Karaisalı, Ekbez ve diğer kazalarda Türklerin insanlığına sığınan Ermeniler ise güvenlik içindeydiler. Kasıtlı yayınlara rağmen komitecilerin etkisinden kurtulan Kozanlı Ermeniler Türklerle öpüşerek barışmak suretiyle güven tazelediler.
Anlaşılacağı gibi, bu üzücü olaylar Batılı devletlerin tahriki ile büyük bir boyut kazanmıştı. Olaylardan sonra bölgede tekrar barışı tesis etmek isteyen Osmanlı Devleti idarecileri büyük çaba sarf etmesine rağmen tam başarılı olamamıştır. I. Dünya Savaşı sırasında da İtilaf Devletleri ile birlikte hareket eden Ermeniler, cephe gerisinde Osmanlı yönetimini oldukça uğraştırmışlardır. Bu olayları ve Ermeni hıyanetini önlemek amacıyla, yine Ermeni vatandaşlarımızın da can güvenliğini sağlamaya yönelik olarak bu sefer Osmanlı Hükümeti Tehcir Yasası çıkarmıştır. Tehcir ile bölgeden uzaklaştırılan Ermeniler; Mondros Mütarekesi’nden sonra Fransa’nın Çukurova’daki emellerini gerçekleştirmek amacıyla, Fransız işgal kuvvetlerine dahil olarak bölgeye tekrar gelmişler ve kaldıkları yerden devam etmeye başlamışlardı...
Yargılama-Soruşturma
Adana’daki gelişmelerin İstanbul’a yansımasının ardından, Patrikhane ve Meclis-i Mebusan ‘da ciddi bir tepki ortaya çıkmıştır. Gerek Patrikhane yetkililerinin söylemlerinde gerekse Meclis-i Mebusan’daki görüşmelerde pek çok benzer yönler bulunmakla birlikte ağırlık, olayların sorumlularının bir an evvel yakalanarak cezalandırılması konusunda belirmiştir. Adaletin ivedilikle sağlanması için, yerel değil, merkezden atanacak, tarafsız bir Divan-ı Harp oluşturulması düşüncesi ısrarla savunulmaktaydı.
Dönemin önde gelen yazarlarından Hüseyin Cahit, Tanin Gazetesi’nde, ‘ ...Adana katliamı hakkında bütün gerçekleri hiçbir noktayı saklamadan, değiştirmeden, meydana çıkarmak ve adalet neyi gerektiriyorsa, ödün vermeden onu uygulamaktan ibarettir ....Vaka’nın .içeriği ve sebepleri, failleri hakkında efkâr-ı umumiye-i medeniye de zerre kadar şüphe kalmamalı ve herkes, bütün dünya görmeli ki; artık Osmanlılar adalet ve insaniyete bütün kalpleriyle bağlıdırlar, (olayın) taraflarının hareket ve suçlarını gizleme düşüncesinden uzaktırlar...’ diyerek adaletin sağlanmasının, yeni yönetimin dünya kamuoyu önündeki meşruluğu ve prestiji üzerinde önemli etkiler yapacağını vurgulamaktaydı.
Meclis-i Mebusan’da Adana Olayları’ndan sonra yapılan görüşmelerde, Doktor Arif İsmet Bey, kürsüde yaptığı konuşmada ‘Valinin bu eşal-i dinin katiyen mugayir-i hakikat olduğunu ve bunların meskut’ana bırakılmayıp, (olaylara) iştirak edenlerin cezalandırılması ve bunun için Meclis-i Umumi Millice bir karar ittihaz edilmesi’ teklifini getirirken, Varteks Efendi ise ‘İdare-i örfiye namıyla bir komisyon teşkili ile beraber, meclisten de ayrıca bir komisyon teşkili ve müsebbiplerin ve Abdülhamit’in tevzii’ teklifinde bulunmuştur, Halep Mebusu Ali Cenani Bey, Valinin telgrafının, kendisinin de olaylara karıştığını gösterdiğini öne sürerek, yargılanmasını teklif etmiştir, bundan sonra sekiz imzalı bir önerge okunmuştur. Bu önerge;
biçiminde özetlenebilecek kararları içermekteydi.
Adana’daki olayların ardından, Ermeni Patrik Kaymakamı Ohannes Arşuruni Efendi ise, refakatinde Piskopos Hamayak ve Karayan İstipen Efendiler olduğu halde, Sadrazamın evine giderek, olayların ardından dükkânlarının yanmasıyla Ermenilerin uğradığı maddi kayıpların telafisini, muhtaç durumda bulunanlara en seri biçimde çadır ve gerekli yardım malzemelerinin sağlanmasını, yaralılar için gerekli personel ve malzemenin gönderilmesini, yanan evlerin onarımını ve yağma edilen mülklerin sahiplerine iadesini, olaylarda sorumluluğu bulunanların bir Divan-ı Harp huzurunda yargılanarak sert biçimde cezalandırılmalarını istemiştir. Bu isteklerinin yanı sıra oluşturulacak olan Divan-ı Harp üyelerinin tarafsız olabilmesi için, İstanbul’dan seçilecek kişilerden meydana gelmesi gereği, yerel hükümetin tarafgirlik sergilediği anımsatılarak istenmiştir. Bu sırada olayların ardından, yapılan ilk yazışmalarda sorumluluğun Ermeni cemaatinde olduğu yolundaki bilgilerden rahatsızlık duyan Taşnaksutyun örgütü, bu duyarlılığını İstanbul’a da hissettirmiştir.
Adana'da kurulan Divan-ı Harb tarafından soruşturma ve yargılama hızla devam etse de olayların meydana geldiği bölgenin geniş ve hâdiseye karışan kişi sayısının fazla olmasından dolayı 1 Divan-ı Harb'in yeterli olamayacağı, bu yüzden Adana'da ikinci bir Divan-ı Harb kurulaması talebi
Adana Olaylarıyla ilgili soruşturma ve yargılama süreci, yukarıda anlatılan gelişmelerin yanı sıra İttihatçıların, dışarıdan olabilecek bir müdahaleyi engelleyebilmek için verdiği uğraşların etkisi ve gölgesi altında gerçekleşmiştir. Yargılamaların sonucunda ortaya çıkacak olan manzara, yapılan yargılamalar esnasında dış dinamiklerin fazlasıyla etkin olduğunu göstermektedir. Sultan II. Abdülhamid dönemindeki Ermeni İsyanlarında olduğu gibi, olaylar içinde suçları sabit olan bazı Ermenilerin ya af edilmeleri yada cezalarının hafifletildiğinin görülmesi, İttihatçıların dış siyasal dengeleri daima göz önünde bulundurdukları izlenimini yaratmaktadır ki; bu bağlamda Sultan II. Abdülhamid dönemi içinde yaşanan sürecin İttihatçılar döneminde de devam ettiği düşünülebilir.
Adana Olayları’nın sebeplerini ve faillerini araştırmak ve cezalandırmak üzere, adliye, mülkiye ve askeri memurlardan, İstanbul’da oluşturulan Divan-ı Harp Heyeti 7 Mayıs 1909 Cuma günü Adana’da faaliyetine başlamıştır. Ancak bu oluşturulan tek Divan-ı Harp Heyeti değildir. Hükümet öncelikle, Mayıs ayı başlarında Mirliva Yusuf Kenan Bey başkanlığındaki I. Divan-ı Harp Heyeti’ni Adana’ya, daha sonra Miralay Osman Nuri Bey başkanlığındaki II. Divan-ı Harp Heyeti’ni Cebel-i Bereket Sancağı’na ve Süvari Kaymakam Reşit Bey başkanlığındaki III. Divan-ı Harp Heyeti’ni de Adana’ya göndermiştir. Farklı tarihlerde olayların yaşandığı bölgelere gönderilen bu mahkemeler zaman zaman taraflı davrandıkları gerekçesiyle eleştirilmişler, hatta bu yüzden görevlerinden istifa edenler olduysa da Dahiliye Nezareti’nin devreye girmesi ile istifalar geri alınmıştır.
13 Mayıs 1909’da Sadrazam Adana Olaylarını soruşturmak üzere bir komisyon kurulduğunu açıkladı, Meclis-i Mebusân da bu hükümet komisyonuna katılması için iki temsilci seçti. Komisyonun devlet memurları kanadında Şuray-ı Devlet Maliye Dairesinden Baha Bey, Manastır Vilayeti Adliye Müfettişi Artin Efendi ve Şuray-ı Devlet Başkatibi Arif Bey ile hakimlerden Musdikyan Efendi gibi adlara rastlanmaktaydı. Bu komisyonda dikkat çeken nokta ise, üye olarak birkaç Ermeni’nin de içinde yer almasıdır. Bu durum İttihatçıların içte; olaylardan sonra, daha önce imparatorluğun Hıristiyan unsurları arasında yarattığı güven duygusunun sarsılması karşısında, güven duygusunun yeniden tesis edilmesi, dışta ise; yargılama ve soruşturma sürecinin tarafsız biçimde sürdürüldüğünün gösterilmesi için atılmış bir adım olarak düşünülebilir. Bütün bunların yanında, Adana Olayları’ndan hemen sonra, vilayetten Dahiliye Nezaretine gelen bir telgrafta, olaylara kimlerin neden olduğunu bulmak için yerel adli makamların, taraflı, baskılar karşısında korkak ve iktidarsız olduğu yolunda bilgilerden bahsedilmesi üzerine, Dahiliye Nezareti, soruşturmanın selameti için İstanbul’dan birkaç memurun Adana’ya gönderilmesini kararlaştırılmış, öncelikle Cezair-i Bahr-i Sefid Vilayeti İstinaf Müdde-i Umumisi (üst mahkeme savcısı) ile Mersin Mutasarrıfı bu görev için seçilmişlerdir.
Divan-ı Harp ve Soruşturma Heyeti’nin Adana’ya ulaşmalarından sonra İstanbul’a olay ve soruşturma-yargılamalarla ilgili ilk bilgiler ulaşmaya başlamıştır. Gelen ilk bilgilerde, 23 Mayıs 1909 tarihi itibariyle yüz otuzu Müslüman doksan beşi Hıristiyan olmak üzere toplam iki yüz yirmi beş kişinin tutuklandığı bildiriliyordu. 24 Mayıs 1909 tarihli Tanin Gazetesi’nde ise, dönemin Dahiliye Nazırı Ferid Paşa ile yapılan bir söyleşi yayımlanmaktaydı. Bu söyleşi esnasında Ferid Paşa, (Adana Olaylarıyla ilgili olarak) suçluların cezalandırılması için, bir Divan-ı Harp Heyeti kurularak Adana’ya gönderildiğini, bu mahkemenin bir subayın başkanlığı altında oldukça etkili çalıştığını, şu ana kadar yüz yirmisi Müslüman, altmışı Hıristiyan olmak üzere, toplam yüz seksen kişinin tutuklandığını ayrıca sekiz, dokuz kişinin idama mahkum olduğunu, bu cezaların yerine getirilebilmesi için, telgrafla izin istendiğini, cezaların uygun görülmesi halinde, bu cezaların ifası için hemen emir verileceğini belirterek, ayrıca soruşturma için, içinde Meclis-i Mebusan’dan üyelerinde bulunduğu komisyonların kurulduğunu, belirtmekteydi.
Bu arada, Adana’da oluşturulan Divan-ı Harbin olaylardan ötürü herhangi bir Müslüman idam etmeye karar vermesi halinde yeni bir katliam yapılacağı yolunda bir rivayet yayılmışsa da bu dedikodu daha sonra ilgili Divan-ı Harp Heyeti tarafından yalanlanmıştır. Aynı gün Tanin’de yayımlanan bir başka habere göre de Adana Olayları’na karıştığı belirlenen altmış kişi Maraş’ta tutuklanarak Adana’ya gönderilmişti.
2 Haziran 1909 tarihinde, Adana Olayları’na karıştıkları belirlenen 9’u Müslüman 6’sı gayrimüslim on beş kişi idam, altı kişide on beş yıl süreyle kürek cezasına Adana’da kurulu bulunan Divan-ı Harbi Örfi tarafından çarptırıldılar. Bu cezalar seri biçimde 10 Haziran 1909 tarihinde yerine getirilmiş, idam cezaları şehrin çeşitli yerlerinde ifa edilmiştir, asılanların cesetleri bir süre idamların gerçekleştirildiği mahallerde kalmıştır. Adana Olayları’nın sona ermesinden sonra merkez ve çevresinde tutuklamalar devam etmiş, dört yüz kırk beş Müslüman, yüz on yedi gayrimüslim tutuklanmıştır Cezaya çarptırılan kişilerin kimlikleri ve suçları şöyle idi; Köprübaşı semtinde asılanlar: Nisan’ın birinci ve ikinci günlerinde (14–15 Nisan 1909) tarihinde Adana’nın Tarsus kapısında Menzil ve Büklü ve Ohanoğlu Hanı’nda birtakım ev basana ön ayak olarak ahali-i İslâmiyeden elliye yakın kişiyi öldürdükleri sabit olmasından dolayı Mülkiye-i Ceza Kanunnamesi’nin 56. maddesi gereğince idamına karar verilen Adana’nın Çukurmescid Mahallesi’nden kasap Misak Serkisoğlu aynı suçla idama mahkum olan Adana’nın Tepebağ Mahallesi’nden Karabet oğlu kasap Haço, daha sonra Haço’nun oğlu olan ve firari durumda bulunan Rupen’de mahkum edilmiştir. Belediye azasından Sadrikyan Artin Efendiyi öldürdüğü sabit olmasından dolayı Ceza Kanunnamesi’nin 170. maddesi gereğince idamına karar verilen İbrahim oğlu Elci Hacı Mahmud. Belediye dairesinde tenzifat memuru Marsob’u öldürmesinden dolayı 170. madde gereğince idama mahkum olan Mısırlı Beşirağaoğlu Beşir. 16 Nisan 1909 tarihinde Karaisalı kazasının Köpücü ve Çakallı köyleri civarında kadın ve erkek on üç Ermeni’yi öldürmek için teşebbüste bulunduğu ve bunların öldürülmesine katıldığı sabit olmasından dolayı Mülkiye-i Ceza Kanunnamesi’nin 26. maddesine dayanılarak idamına karar verilen Kapucu Köyü jandarma efradından Durdu Mustafa oğlu Mehmet. Buğdaypazarı’nda asılanlar: Adana’nın Hamamkırbı Mahallesi’nden hançer oğlu kasap Artin ve Şabaniye Mahallesi’nden Hançer oğlu kasap Ohannes Menzil, Büklü ve Ohanoğlu hanlarında elliye yakın Müslüman öldürdükleri sabit olduğundan Ceza Kanunu’nun 56. maddesine dayanılarak idamlarına karar verilmiştir. Çakallı Köyü’nden Molla Ahmet oğlu Hasan’ın oğlu Mehmet, Çakallı Köyü’nden Civciv Hüseyin oğlu Hasan, Çakallı oğlu Köyü’nden Kâmile oğlu Mustafa, Çakallı ve Kuyucu köylerindeki olaylardan dolayı idama mahkum edilmişlerdir. İstasyon civarında asılanlar: Adana’nın Hamam köprü Mahallesi’nden Hançer oğlu kasap Karabet Tarsus kapısı hanlarında elliye yakın Müslüman’ın öldürülmesinden dolayı ?????? Mahallesi’nden Girakus oğlu Çekesiz Kivruk, Nisanın ikinci günü (15 Nisan 1909) Sucuzade Mahallesi’nden ???? Hasan’ı öldürmekten dolayı Çakıllı Köyü’nden Abdurrezzak oğlu Mehmet, Bardakdağı Köyü’nden Karacaoğlu İsmail oğlu Şükrü, Kuyucu ve Çakallı köyleri olaylarına katılmalarından dolayı.
Diğer Mahkumiyetler
Adana Olayları’na katılanlar Divan-ı Harb-i Örfice çeşitli cezalara çarptırıldılar: Adana’nın Yurtan Mahallesi’nden Hüseyin oğlu belediye kahvecisi Adem, belediye tanzimat memuru Marsob’un öldürülmesinde yardımcı olduğu sabit olduğundan Mülkiye-i Ceza Kanunu’nun 157. maddesine dayanılarak on beş sene kürek cezasına çarptırıldı. Adana Jandarma Alayı’nın 1. Merkez Taburu 1. Süvari Bölüğü onbaşılarından Adanalı Haydar bin Ahmet olaylar sırasında görevini terk ederek, emr olunan memuriyete gitmediği ve verilen emre uymayarak kendi inisiyatifi ile dolaştığı sabit olduğundan Askeri Ceza Kanunu’nun 91. maddesine dayanılarak jandarmalık görevine son verilerek 22 Mayıs 1909 tarihinden itibaren bir yıl pranga cezasına çarptırılmıştır. 6 Haziran 1909 itibariyle Adana merkez ve ilçelerinde tutuklananların sayısı, dört yüz kırk beşi Müslüman yüz on yedisi Hıristiyan olmak üzere toplam beş yüz altmış ikiye ulaşmıştı.
Adana’da yaşananların bir daha tekrar etmemesi için Bâb-ı Âli, hükümetin uyguladığı hareket şekli hakkında Adana vilayetine bir telgraf göndererek, olaylara ve cinayetlere karıştıkları belirlenen kişilerin cins ve mezheplerine bakılmaksızın istisnasız şiddetli ceza verilmesini, bu şekilde dışta tarafsız ve adilane davranılmadığı yolunda çıkan dedikodu ve söylentilerin tarafsız davranılarak tekzip edilmesinin sağlanmasını emretmiştir. Ayrıca tarafsız bir şekilde bu cezaların hızla yerine getirilmesi için Harbiye Nezareti’ne birbiri ardına yazı göndererek, cezaların yerine getirilmesi sırasında kötü olaylara sebebiyet verilmemesi de istenmiştir.
Bu sırada Adana’da oluşturulan Divan-ı Harb-i Örfi Heyet-i Tahkikiyesi’nde savcılık görevini yapmak üzere İlbasan Bidayet Mahkemesi Ceza Dairesi Reisi Asaf ve Manastır Vilayeti Merkez Bidayet Müdde-i Umumi Muavini Faik Kemal ve Vilayet-i Mezkure İstinaf Azay-ı Mülazımı Murat Beyler ile Kırkkilise Bidayet Mahkemesi azasından???? ve ????? ve Tikveş kazaları vilayet mahkemeleri azasından Ohannes, Zeki ve İsa Efendiler bu göreve atanmışlar ayrıca yollukları için Edirne, Manastır ve Selanik defterdarlıklarına da haber verilmiştir. Ayrıca Adana’ya gönderilen Meclis-i Mebusan ve devlet memurlarından oluşan dört kişilik teftiş heyeti, Mebusan Meclisi’nden iki, üç kişinin daha heyete ilavesini istemiş, bunun üzerine yapılan seçim sonucunda Selanik Mebusu Emanuel Karasu Efendi’nin (Selanik) heyete katılmasına karar verilmiş ve durum bir yazıyla Sadarete bildirilmiştir, ancak Emanuel Karasu Efendi sağlık sorunları nedeniyle Adana’ya gidememiştir.
Yargılama sürecine yönelik bu yakınmalarla ilginç bir tezat; 31 Mayıs 1909 tarihi itibariyle Adana Divan-ı Harb-i Örfince suçlanan ve İngiltere Konsolosluğuna sığınmış olan beş Ermeni ile ilgili durumdur. Adana’dan 6 Temmuz 1909 tarihinde alınan bir telgrafta İngiltere Konsoloshanesi’ne sığınan bu beş Ermeni’nin Adana Divan-ı Harbine teslim olduğu bildirilmekteydi. Daha sonra bu Ermenilerden yargılanarak tahliye olunan Dr. Reçiyan adlı kişi, 17 Temmuz 1909 tarihli Tanin Gazetesi’ne gönderdiği açıklamada ‘Adana Hadisesinde meznunen bir müddet İngiltere Konsoloshanesinde bulundum. Badehu Divan-ı Harbin adalet-i meşhudesine güvenerek hükümete geldim. Tahkikatı adilane ile masumiyetim anlaşıldı, tahliye olduğumdan alenen muarızı teşekkürde bunun gazetenizde ilanını rica eylerim.’ diyerek yargılamaların niteliği ile ilgili olarak kişisel düşüncelerini belirtirken, Gayrimüslim dinsel seçkinlerden farklı bir değerlendirmede bulunmuş oluyordu.
30 Haziran 1909 tarihinde Adana’da soruşturmalar devam ederken, şehirde bulunan, aralarında Gregoryenler, Protestanlar, Katolikler, Süryaniler, Rum Katolikleri vb, gayrimüslim topluluğun önderleri, anayasa ve devlete olan bağlılıklarını gösteren ve asla bir isyan çıkarmak ereğinde olmadıklarını içeren bir belgeyi hazırlayarak, çeşitli hükümet dairelerine dağıtıyorlardı. Bu arada Hükümet tarafından Adana’ya gönderilen I. Divan-ı Harb-i Örfi 13 Temmuz 1909’da, yine Hükümet tarafından Adana’ya gönderilen Adana Tahkik Heyeti 11 Temmuz 1909’da olaylarla ilgili raporlarını verdiler.
21 Temmuz 1909 tarihinde, olaylar esnasında vali olarak görev yapan, eski Adana Valisi Cevad Bey, Ferik İsmail Fazıl Paşa’nın başkanlığındaki III. Divan-ı Harb-i Örfice yargılanmak üzere Adana’ya getirilirken, sorgulanması ve soruşturması yapılan, olaylar esnasında garnizon kumandanı olan, sabık Ferik Mustafa Remzi Paşa’nın da yargılanmasına başlanmıştır. Adana eski valisi Cevad Bey ile eski garnizon kumandanı Ferik Mustafa Remzi Paşa ve diğer idari ve askeri yetkililerin, Adana III. Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanmaları, 7 Eylül 1909 tamamlanmış ve yargılananlar hakkında aşağıdaki kararlar verilmiştir.
‘Adana eski valisi Cevad Bey olaylar esnasındaki aczi nedeniyle, olayların bastırılmasında başarılı olamadığı anlaşıldığından altı yıl süreyle devlet hizmetinden uzaklaştırılmasına, bundan sonra idari görevlerde bulunmamasına, Kumandan Mustafa Remzi Paşa’nın üç ay süreyle Adana’da ikamet ettirilmesine, İtidal Gazetesi sahibi İhsan Fikri Efendi’nin iki sene süreyle Adana’da gazete yayınlamamasına, merkez kumandanı Binbaşı Osman ve Kolağası Abdullah Efendilerin üçer, Yüzbaşı Beşir Ağa’nın iki ay hapislerine, vilayet maiyet memurlarından olup ayaklanma sırasında İtidal Gazetesi’nde makale yayımlayan İsmail Safa Efendi’nin hapsine, eşraftan Bağdadi zade Abdülkadir Efendi’nin beraatına ve Adana’da bulunması gerginliğe yol açabileceğinden dolayı iki sene süreyle Hicaz’da ikametine, Cebel-i bereket Mutasarrıfı saiki Asaf Bey’in beraatına karar verilmiştir.’ Bu kararlar Meclis-i Vükela ve padişah tarafından da onanmıştır.
Bu sırada Adana Olayları’nın başlamasında, olayların ivme kazanmasına yol açan eylemlerden birisi olan; Adana Kuyumcular Çarşısı’nda, Adana’nın önde gelen dinsel seçkinleri arasında yer alan İmamzâde Nuri Efendi’nin öldürülmesi olayının faili olan, Kuyumcu Asador veled Mıgırdıç’ın on beş sene kürek cezasına mahkum edildiği kayıtlara yansırken, olaylarla ilgili olarak tutuklananların sayısı; Merkez Vilayet Hapishanesi’nde 253 Müslüman, 42 Gayrimüslim ve Mersin, Cebel-i Bereket ile Karaisalı’da 79 Müslüman, 29 Gayrimüslime ulaşmıştı.
Yargılamalar ilerledikçe verilen kararlara yönelik müdahalelerde artmaktaydı. 8 Eylül 1909 tarihli İkdam Gazetesinde yayımlanan bir haberde; Adana Olayları nedeniyle daha önce Adana Divan-ı Harbi tarafından idam cezasına çarptırılan dört Ermeni için, Patrik Turyan Efendi’nin Sadrazam ve Dahiliye Nazırı’na başvurarak söz konusu cezaların tehir edilmesini istediği, bunun üzerine Dahiliye Nazırı’nın Adana’ya talimat verdiği, ancak cezaların infaz edildiği yolunda haberlerin gelmesi üzerine Patrik Turyan Efendi’nin görevinden istifa edeceği belirtilmekteydi. Daha sonra Latriki Gazetesi, Patriğin istifasıyla ilgili olarak Dahiliye Nazırı Talat Bey ile bir mülakat yapmış, Talat Bey bu mülakat esnasında, Patriğin istifa etmesi konusunun Meclis-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) gündemine gelmediğini, ancak Patriğin istifa etmek istemesinin de doğru bir hareket olmadığını çünkü söz konusu dört Ermeni’nin cezalarının idamdan, müebbet küreğe çevrildiğini, dolayısıyla kimsenin idam edilmediğini ve Patrikhane ve Patriğin davranışlarının üzüntü verici olduğunu belirtecektir.
4 Şubat 1910 tarihinde, 2 Ağustos 1909’da Adana’ya vali olarak atanan Cemal Bey, vilayetteki unsurlar arasındaki dostluk ve kardeşliğin yeniden tesisi için, Adana Olayları’ndan ötürü hapiste bulunan veya mahkum olan herkesin af edilmesi için Bâb-ı Âli’ye bir yazı gönderiyordu. Adana Valisi Cemal Bey, kendi valiliği esnasında sadece Adana şehrinde Divan-ı Harb-i Örfi tarafından 30 Müslüman’ı, Erzin kazasında 17 Müslüman’ı ve 1 Ermeni’yi idam ettirmiştir. İdam edilen Müslümanlar arasında Adana ve havalisinde nüfuzu bulunan Bağçe Kazası Müftüsü ve şehrin ileri gelen ve zengin ailelerine mensup gençler de bulunmaktaydı.
Adana Valisi Cemal Paşa, 1909
Yargılama ve soruşturma süreci sonlanırken, Hükümet tarafından Adana’ya gönderilen Araştırma Heyeti içinde yer alan Agop Babikyan (Tekfurdağı), şehirde belli bir süre kaldıktan sonra sıcaklığı ve hastalığını bahane ederek İstanbul’a dönecek, Yusuf Kemal Bey (Kastamonu) üç hafta daha Adana’da kalacak ve Adana’da bulunan İngiliz Konsolosu Wylie’nin hazırlamış olduğu raporun bir kopyasını alıp, kendi yaptığı araştırmada elde ettiği bilgileri Wylie’ye verecek, bir nüshasını da Adana’da bulunan Divan-ı Harb-i Örfi Reisi’ne iletecektir. Daha sonra İstanbul’a dönen Yusuf Kemal Bey, Babikyan’a Wylie’nin hazırladığı raporun sonuç kısmını Türkçe’ye çevirip, Meclis’e vermeyi teklif ettiyse de bu istek karşılıksız kalmıştır.
Kısa bir süre sonra esrarengiz bir biçimde ölen Agop Babikyan’ın kendisinin hazırladığı bir rapor ortaya çıktı. Yusuf Kemal Bey de yaklaşık elli sayfadan oluşan ve belgelerle desteklenmiş raporunu Meclis-i Mebusan Başkanlığı’na vermiştir. Babikyan raporunda Adana Olayları’nın sebeplerini ‘Meşrutiyet idaresinin tekrar kurulması, eski idarenin kendilerine olağanüstü bir güç sağladığı kişilerin çıkarları üzerinde kötü bir etki yapmıştı. Bundan dolayı, tabii bu gibilerde, yeni yönetime ve bu meşrutiyeti kurmak için kanlarını dökmeye hazır bulunan Ermenilere karşı büyük bir kin ve düşmanlık beslemişlerdi. Bu nedenle bu kişiler, meşrutiyet yönetimine saldırıda başarılı olabilmek için, öncelikle Ermenileri yok etmeyi düşündüler. Halkın bilgisizliğinden yararlanarak her tarafta Ermeniler hakkında halkın en ince duygularını yaralayacak şekilde suçlama ve iftiralar yaydılar.’ biçiminde açıklamıştır. Ağırlıklı olarak Wylie’nin raporunu destekleyen Yusuf Kemal Bey ise, olayların çıkmasındaki başlıca etkenleri Müslüman halkın cehaleti ve Ermenilerin tahrikleri olarak özetlemekteydi.
Yusuf Kemal Bey raporunu Hükümete vermesine rağmen Babikyan’ın kesin raporunu Hükümete veremeden ölmesi, Adana Meselesi’ni gönderdiği Araştırma Heyeti’nin raporuna dayanarak çözeceğinin açıklayan Hükümeti zor durumda bıraktı. Bu durum karşısında, Araştırma Heyeti’nin raporu üzerinde çalışmak için Meclis-i Mebusan’dan sekiz kişilik bir komisyon seçildi. Bu komisyonda Hayri Bey (Şeyhülislam), Krikor Zöhrap (İstanbul), Varteks (Erzurum), Bedros Hallacyan (İstanbul), Ali Münif Beyler (Adana) yer alırken, Komisyon başkanlığına Hayri Bey seçilmiştir.
Seçilen bu Komisyon Hükümet tarafından Adana’ya gönderilmiştir. Komisyonun ilk toplantısında, Yusuf Kemal Bey’in raporu üzerinde tartışılmış, ancak Komisyon’un Ermeni üyeleri bu rapora itiraz edince toplantı sonuçsuz kalmıştır. Daha sonra Agop Babikyan’ın Adana Hadisesi’ne dair notları Zöhrap Efendi tarafından bir araya getirilerek yeni bir rapor oluşturulduysa da bu raporda olaydan tamamen Türklerin sorumlu tutulduğu için Komisyon da kabul edilmemiş, böylece her iki tarafın birbirini suçladığı sonuçsuz tartışmalar sürüp gitmiştir. Sonuçta Ali Münif Bey her iki raporu inceleyerek yeni bir rapor hazırlamak için Komisyon’dan izin almış ve elde edilen belgelere dayanan yeni bir rapor hazırlayarak, bir örneğini Komisyona bir örneğini de Hükümete vermiştir. Ali Münif Bey hazırladığı raporda olayların Ermenilerin tarafından başlatıldığını, Türkler tarafından da büyütüldüğünü iddia etmekteydi. Adana Olayları’ndan sonra Dahiliye Nazırı olan Talat Paşa ise olaydan sonra elde edilen bütün verileri incelediğini, olayların Ermenilerin kışkırtması olduğunu araştırma komisyonundaki Ermeni üyelerinde kabul ettiğini, hatta bizzat Agop Babikyan’ın kendisine bunu ifade ettiğini söylemekteydi.
SONUÇ
Araştırma Komisyonları ve Divan-ı Harplerin soruşturma, araştırma ve yargılama görevlerini tamamlayarak İstanbul’a dönmeleriyle yargılama-soruşturma süreci tamamlanmıştır. Olayların ardından gerek Ermenilerin gerekse Türklerin konuya ilişkin yazdıkları eserlerde yargılama-soruşturma süreci bir paradoks haline getirilmiştir. Konuyla ilgili sınırlı Ermeni kaynaklarında bu süreç; olayın sorumluluğunun Ermeniler üzerine yıkılması için gerçekleştirilen bir olgu olarak betimlenmiştir. Türklerin yazdıkları anı niteliğindeki eserlerde ise yargılama-soruşturma sürecinin adil ve Osmanlı birliğini sağlayıcı, dış müdahaleyi engelleyici bir manzara içinde tasvir edildiği görülmektedir.
Adana Olayları, uygar dünyada da geniş yankılar uyandırmış, bir anlamda İttihatçıların korktukları başlarına gelmiş, olaylardan İttihat ve Terakki sorumlu tutularak, Sultan II. Abdülhamit döneminin siyasal ve sosyal yapısının devam ettiğini gösteren bir kanıt olarak değerlendirilmiştir. Avrupa kamuoyu olayları dinsel bir perspektiften değerlendirdiğinden, İttihatçıların ciddi bir prestij kaybına uğradıkları söylenebilir. Olayların ardından gerçekleşen yargılama ve soruşturmalar esnasında birazda bu olgunun getirmiş olduğu bir refleksle olaylarda sorumluluğu bulunan Ermenilerin affı yoluna gidildiğini, bizzat İstanbul’daki merkezi yönetimin, hukuksal sonuçlar üzerinde etkili olduğunu görmekteyiz.
İttihat ve Terakki’nin modern çağın gereği olarak, merkezi ve güçlü bir devlet kurma, çeşitli dinlere ve etnisitelere mensup insanları eşitlikçi bir anayasal çerçeve içinde bütünleştirme politikası, Ermenilerin de içinde bulunduğu unsurlar tarafından, asimilasyon siyasası olarak algılanmaktan kurtulamamıştır. Bu cümleden olarak, yakın geçmişte Balkanlarda yaşanan ayrılıkçı deneyimler ve I. Dünya Savaşı içinde yaşadıkları gerçekler onların Türkçü kimliklerinin ön plana çıkmasında önemli bir rol oynayacaktır.
Kaynaklar
Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi, Haz. Bayram Kodaman-Mehmet Ali Ünal, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1996.
Adem Ölmez, “1909 Adana Ermeni Olayları”, Türk Dünyası Araştırmaları, 2008/173, s. 129-138.
Ali Münif Yegani, Hatıralar, Haz: Taha Toros, İstanbul: İSİS Yayınevi,1996.
Asaf, 1909 Adana Ermeni Olayları ve Anılarım, Haz: İsmet Parmaksızoğlu, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,1982.
Belgelerle Ermeni Sorunu, T.C. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Askeri Tarih Yayınları, Ankara 1983.
Cemal Paşa, Hatıralar, Haz: Behçet Cemal İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1977.
Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul: Belge Yayınları, 1987.
Meclis-i Mebusân Zabıt Cerideleri, Cilt 3, D. 1, İc. 1, s. 120.
Mehmet Seyitdanlıoğlu, ‘Takvim-i Vekâyi’de Ermenilerle İlgili Haberler (1908-1915), Belleten, LV/214, Ankara, 1994, s. 807.
Meltem Toksöz, “Adana Ermenileri ve 1909 “İğtişaşı”,” Tarih ve Toplum, Yeni Yaklaşımlar. No 5, Spring 2007.
Osmanlı Belgelerinde 1909 Adana Olayları, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2010.
Ramazan Çakır, Alman Kaynaklarına Göre II. Abdülhamid Döneminde Ermeni Olayları, Ankara: 2000.
Salahi R. Sonyel, “İngiliz Belgelerine Göre Adana’da Vuku Bulan Türk-Ermeni Olayları”, Belleten, Cilt 2, Sayı 201.
Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi, Siyasi Hatıralar (1908-1913), İstanbul: 1978.
Talat Paşa, Anılar, Haz: Alpay Kabacalı, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2000.